“#EgeaDunyaTuru fotoğrafçısı Savaş Yılmaz, 41 bin kilometrelik Devr-i Alem macerasına başlamadan hemen önce, bir Ford Ranger ile, sadece Türkiye'nin değil dünyanın en zorlu dağ geçitlerinden biriyle mücadele etmişti...”
Autocar dergisinin ekibi ve otomobil fotoğrafları ustası Savaş Yılmaz, dünyanın en zorlu dağ geçitlerinden birini bir Ford Ranger ile geçmeyi denediler ve muhteşem fotoğraflarla, başardılar da...
Şimdi tüm bu macerayı, Yayın Yönetmenleri Burak Ertem'in kalemiyle, Sizlerle de paylaşmak istiyoruz...
"Herşey internette dolaşırken bir haberin gözüme çarpmasıyla başladı. Haberde, dünyanın en tehlikeli yolunun Türkiye’de olduğundan bahsediliyordu. Biraz inceleyince; Bayburt’u Of ilçesine bağlayan D915 yolunun dangerousroads.org sitesince Bolivya’daki meşhur ‘Ölüm Yolu’nu bile geride bırakarak, okuyucu oylarıyla dünyanın en tehlikeli yolu seçildiğini öğrendim ve kafamda kocaman bir şimşek çaktı; bu yolu geçmeliydik!
Araştırmaya devam ettim. Farklı televizyon kanallarının bu yoldaki haberlerine ulaştım. Birinin otomobili çamura saplanıyor, birininki çukura düşüp asılı kalıyor, diğeriyse karşıdan gelen araca yol verebilmek için genişliği bazı yerlerde 2.5 metreye düşen toprak zeminde metrelerce geri gitmek için ter döküyordu. Genellikle görüntüler, yağmurlu, puslu ya da sisliydi, tipik Karadeniz havası. Tam bize göreydi, Autocar ekibine haydi yola çıkalım dedim.
Öncelikle bize bu yolda sorun yaşamayacağımız, sürpriz yapmayacak bir araç lazımdı. İki sürücü, bir video kameramanı ve bir fotoğrafçı bu seyahatin çekirdek ekibini oluşturmalıydı.
Son aylarda yenilenen ve her birinin iddiası, hedefleri oldukça yüksek olan pikapların bu iş için biçilmiş kaftan olacağını düşünmek için otomobil uzmanı olmaya gerek yok. Bu nedenle ilk olarak Ford’un kapısını çaldık, fikrimizi paylaştık, ‘haydi hemen yapalım’ cevabını alıverdik. Otomobilimiz hazırdı. Hemen plan programa başladık.
İlk işimiz hava raporlarına bakmak oldu. Karadeniz’in havasını bilirsiniz, durmak bilmeden günlerce yağmur yağabilir, sis olabilir, hatta yazın ortasında fırtına bile kopma ihtimali var. Ancak 9-10 Ağustos’ta hava iyi görünüyordu, yağmur olasılığı yüzde 14 yazıyordu ki bu Karadeniz bölgesi için plaj havası anlamına gelir. Tarihimizi de belli ettikten sonra sıra yol ve konaklama planlamasına gelmişti. İstanbul’dan Bayburt 1125 km görünüyordu ve Google Maps bu yola 12 saat 35 dakika süre biçiyordu. Fotoğraf çekimi, yemeği, çay kahve molasıydı derken bu süre yine 17-18 saate çıkacaktı. Sabah erkenden yola çıksak, varmamız yine gece yarısını geçecekti. Ertesi sabah kalkıp asıl hedefimiz olan D915’i çekim yapa yapa geçerek Of’a ulaşır, ertesi gün de Trabzon ve Rize dolaylarındaki görülmesi gereken yerleri ziyaret edecek ve sonrasındaki sabah dönüş yoluna geçip geceyarısı evimizde olacak şekilde bir plan yaptık. Tahminlerimize göre dört günde yaklaşık 2500 km civarında yol bizi bekliyordu. Yola çıkma zamanı gelene kadar otel, yemek, yakıt gibi planımızdaki ayrıntıları da çözdük.
Ve nihayet gün gelip çattı. Kafamızda ufak tefek soru işaretleri vardı. Başlıca soru, bir pikap ile uzun yol yapmakla ilgiliydi. Sonuçta arka süspansiyonu makaslı olan bir pikapta yolculuğun bir otomobil kadar rahat olmayacağı aşikardı, ama bu fark ne kadar olacaktı, işte onu yolda görecektik. Videocumuz Yasin hariç geri kalanı 100’er kg çeken bir ekibin 2.2 litrelik 4 tekerlekten çekişli bir Ford Ranger’a sığması konusu da ciddi bir soru işaretiydi. Ayrıca bu ekibin ciddi ebat tutan video ile fotoğraf ekipmanı ve seyahat çantaları da olacaktı. Bu sorun değildi, Ranger’in arka kasası, üzeri panjur şeklinde kapanabilen bir mekanizma ile kapalı ve ayrıca kilitlenebiliyor da. Eşyalarımızı yerleştikten sonra gördük ki arkada dönüşte birkaç çuval çay vs erzak bile alabilecek yerimiz kalmıştı.
Hesaplarımıza göre Ranger’imiz, eğer fabrika verisi olan 100 km’de ortalama 8.0 litreyi tutturabilirse, 80 litrelik deposuyla 1000 km yol yapabilir. Bu, Erzincan’a kadar yakıt istasyonuna uğramamak anlamına geliyordu. Yemek molaları hakkında önceden bir plan yapmadık. Çünkü bahsettiğimiz gibi dört kişi ve sadece bir Ranger’in yolculuk konfor seviyesi hakkında düşüncelerimiz çok da pozitif değildi. Çoğumuzun tahmini bol molalı bir seyahatti.
Ranger’in yeni multimedya sistemi yolculuktaki en iyi dostumuz oldu. Telefonlarımızı sırasıyla şarj ediyor, bu esnada bluetooth yardımıyla SYNC2 sisteminin 8 inçlik dokunmatik ekranında telefonumuzdaki müzikleri dinliyorduk. Daha önce bir pikapta bu denli kullanıcı dostu ve teknolojik bir multimedya sistemine rastlamamıştım. Ayrıca bu sistemle birlikte gelen geri görüş kamerası da belki yolda değil ama özellikle D915’in tek manevrayla dönülemeyen dar U virajlarında bize çok yardımcı olacaktı. Kilometreler aktıkça SYNC2’nin sesli komut sistemiyle de Ranger’in içindeki beşinci yolcu kadar samimi olduk. ‘Sıcaklığı 20 derece yap’, ‘Anneyi ara’, ‘Radyoyu kapa’ gibi isteklerimizi tereddütsüz yerine getiren dostumuz, yoldaki en büyük eğlencemiz olmayı başardı.
Bu şekilde Ranger’in oyuncaklarıyla oynayarak, sohbet ederek ve müzik dinleyerek zaman öyle hızlı geçmiş ki ilk ihtiyaç molamız için Bolu çıkışındaki yakıt istasyonuna kadar kimse yorulmakla ilgili tek bir cümle bile etmedi. Açıkçası ben de direksiyondaki şahıs olarak bu kadar rahat yol alacağımızı hiç tahmin etmemiştim. Uzun yolu severim ve her yıl en az 4-5 kez çoluk çocuk otomobille tatile giderim. Yolda mola vermeyi de pek sevmem, ancak çoğu otomobil beni 3-4 saatte bir mola vermeye mecbur kılar. Poponuz uyuşmaya başlar, dizleriniz, ayak bileğiniz hep aynı pozisyonda kaldığından hareket ihtiyacı hissettirir, hatta bazı otomobillerde neredeyse kilitlenecek hale bile gelir. Ama Ranger’da oturma pozisyonundan da olsa gerek, dizlerinizi de çok kırmak zorunda kalmadığınız için hiç ama hiç beklemediğim kadar rahat bir seyahat geçiriyordum. Herşey yolundaydı.
Bunun yanında süspansiyon konusunda da korktuğum başıma gelmedi. Özellikle yüksek süratlerde pikapların arkasının gereğinden fazla sekmesi bende yolculuk öncesi bir fobiye dönüşmüştü. Ancak Ford mühendislerini bu konuda kutlamalıyım ki bir otomobilden farkı olmayan bir sürüş yaratmışlar. Bu arada şanzımandan da bahsetmeden geçmemek lazım. Altıncı vitesinin oranını sanki bizim için ayarlamışlar. Ranger’ın 110 km/s hızla ilerlerken devir saatinin 2000 d/dak’ın altında kalması, motor kasılması, gürültüsü ve en önemlisi yakıt ekonomisi konusunda büyük avantaj sağlıyor. Otoyol sürüşlerinde, bu süratlerde stabil bir hızda ilerleyebilmek için ayağınızın altındaki gaz pedalına o kadar yumuşakça basmanız yeterli oluyor ki o pedalın üzerinde bir böcek bile olsa kılına zarar gelmez.
Ama yine de ilk üç saatlik izlenimimde beni en çok şaşırtan husus, Ranger’in sessizliğiydi. Bu tip karoserli pikaplardan aşina olduğumuz lastik sesi ve aerodinamik yapının getirdiği rüzgar sesi, 140 km/s’nin üzerinde bile yok denecek kadar az. Kısaca seyahat öncesi tüm kaygılarım, ilk 300 km’nin sonunda birer bulut olup uçmuştu, çok iyi başlamıştık.
Osmancık’da yediğimiz ‘meşhur’ köfte ve birkaç çay-mısır molasının ardından ilk ciddi duraklamamızı gece 21:30 sularında Erzincan’da yaptık. Buraya kadar olan yolun müthiş olduğunu belirteyim. Ankara otobanından gelmiyorsunuz, ama yol Erzincan’a kadar, birkaç kilometrelik istisnalar hariç en az iki şeritli ve bölünmüş temiz asfalttan oluşuyordu. Geneli düzlük olan rotamızda, özellikle Çorum-Amasya diyarlarındaki dağ yollarında müthiş virajlar var. Hızlı ve tatlı açılara sahip bu tırmanma ve inişli virajlarda da Ranger’ımızın limitlerini az çok görmüş olduk. Yolculuğumuzun 1000 km’sini 14 saatte geride bıraktığımız Erzincan molamızda bile çok samimi söylüyorum hiçbirimiz yorulmamıştık. Doğal olarak arkadaki yolcularımız bu yolun yarısından çoğunu hatırlamıyordu – horladılar! Tüm bu yol boyunca sadece ben kullanmadım, sevgili Savaş Yılmaz ile değişmeli olarak Ranger’in direksiyonunda geçirdik bu süreyi. Zaman çabuk geçmişti.
Cep telefonumuzdaki yemek yerleri aplikasyonları da bu yolculuğumuzda bize çok yardımcı oluyordu. Erzincan’daki meşhur dönercimizi de o buldu. Bu sırada Ranger’ımız da güzel bir banyo yapmış oldu.
Bundan sonraki yaklaşık 200 km’lik yol rotanın geri kalanına göre daha kötüydü. Asfalt kalitesi gecenin karanlığıyla birleştiğinde, uykusuzluk ile birlikte otelimize kadarki bu son bölümü biraz daha yorucu kıldı.
Neyse ki 01:30’da vardığımız ‘Bayburt’taki eviniz’ sloganlı otelimiz beklediğimizden çok daha iyi çıktı. Özellikle de kahvaltısı! Sabahki zengin yöresel kahvaltımız sonrasında tüm makinelerimiz ve vücutlarımız maksimum şarj edilmiş halde asıl hedefimize doğru yola koyulduk. Otel görevlilerine ve yoldaki yıkamacılara, yakıt görevlilerine, esnafa Bayburt-Of yolunu sorduğumuzda aldığımız cevaplar bizi daha da şevklendiriyordu. Genellikle o yolu unutmuşlar, yeni Trabzon yolundan gitmemizi söyledi hepsi. ‘Orası çok tehlikeli’, ‘artık kimse gitmiyor’, ‘gitmeyin ağabey, boşverin’ gibi cevaplar önümüzdeki saatlerin eğlenceli geçeceğinin habercisiydi. Bu sırada, herkesin gözü üzerimizdeydi. Durup soru sorduğumuz insanlar da hep Ranger’i sordular bize. Biz de kısaca özet geçtik: ‘160 bg gücündeki 2.2 litrelik yeni motor, 6 ileri otomatik şanzıman, 4 tekerlekten çekiş sistemi, 8 inçlik SYNC2 ekran bu özetimizin ana bölüm başlıklarını oluşturuyordu. Fiyat da mantıklı geldi çoğuna, çok iyiymiş deyip ayrıldılar yanımızdan. Bu arada yeni Ford Ranger 86.180 TL’lik kampanya fiyatından başlıyor. 4x2 ve manuel olan versiyon bu. Bizim kullandığımız 2.2 TDCi Duratorq Otm 4x4 XLT içinse istenen para 99.965 TL. Bir de bu aracın 3.2 litrelik 200 bg güce sahip olan Wildtrack versiyonu var ki… Ama bu yolculuğumuzda biz özellikle yeni 2.2 litrelik versiyonu kullanmak istedik. Çünkü en çok satılan ya da satılacak olan versiyon bu.
Bu arada Anadolu’nun derinliklerine indikçe pikap kültürünün artan popülasyonuna inanamazsınız. Sayıca standart binek otomobiller kadar varlar, abartmıyorum. O nedenle göz alıcı mavi rengimizin de desteğiyle bu üç gün boyunca oraların süperstarı gibiydik.
Yine navigasyonumuzun da yardımıyla hedefimize doğru yola koyulduk. Yandex yeni yolu da bizim yolumuzu da gösteriyordu. Yeni 133 km’lik yola iki buçuk saat civarı süre verirken D915, yani dünyanın en tehlikeli yolu için Of’a ulaşma süremizi 2 saat 56 dakika gösteriyordu. Şaşkın bir şekilde yola devam ediyorduk. Acaba bu yolu genişletmiş, asfaltlamış ya da revize mi etmişlerdi ki 108 km’lik rotayı 2 saat 56 dakika veriyordu? Bizim planımız en az 5 saatlik bir rotayı içeriyordu. Eğer yol yapıldıysa, artık dünyanın en tehlikeli yolu değildi ve buraya kadar boşuna gelmiştik.
Ancak ilerledikçe bu işte bir yanlışlık olduğunu anladık. Köylerin arasından, derelerin üzerinden küçük köprülerle geçerek müthiş manzaralar eşliğinde uçsuz bucaksız yaylalara ulaştık. Pek farkına varmıyorduk, ama rakım 2000 metrelerin üzerine çıkmıştı. Heryer yemyeşil, bulutlarla aynı seviyedesiniz ve teknolojinin, betonun esamesi anılmıyor. Huzur dolu. Tepeden baktığınızda nakış gibi uzanan yollardan geçerek buralara geldiğinizi anlıyorsunuz. Herkesin yüzü gülüyor. Bir yandan çekim yapıyor, bir yandan sağda solda dolaşan hayvancıkları tanımaya çalışıyoruz. Aralarda irili ufaklı evler var, belli ki şehirdekilerin yayla evleri bunlar. Tıpkı bizim yazlık evlerimiz gibi. Burada huzur maksimum düzeyde, emin olun.
Tüm bunların arasından geçip nihayet asıl maceramızın başlayacağı Soğanlık Geçidi’ne varıyoruz. Rakım 2330 yazan tabelanın üzerinde kaç adet mermi deliği var, saymaya çalışıyoruz. Malum burası Karadeniz, buralarda kadınların bile belinde silahı vardır.
Yola devam ediyoruz. Takribi 6-7 kilometre sonra yol kapalı, önüne girilmez işareti koymuşlar ve yolu sola veriyorlar. Yandex bize kapalı yolu gösteriyor. Ama biz yine de iyice emin olmak için kapalı yola girmiyor, soldan devam ediyoruz. Yaklaşık 10 km ilerledikten sonra navigasyon rotamızdan iyice uzaklaştığımızı, ileride tekrar rotamıza bağlanabileceğimiz bir ara yol bulma ihtimalinin azaldığını anlıyoruz. Geri dönüp kapalı yola girmeye karar veriyoruz.
Bu yoldan geçilmiş, yerde lastik izleri var, ama çok da araç geçmemiş belli. Bir süre devam ediyoruz, önümüzde yolun kapalı olmasına neden olarak pek de sıkıntı görünmüyor, yol açık. 10 km kadar ilerledikten sonra bir yol ayrımına daha geliyoruz. Ana yol düz devam ediyor, ama bu kez sadece girilmez tabelası yok, bariyer de koymuşlar. Soldan devam eden yol ise patika ve gitmemiz gereken yönün tam tersine ilerliyor. Ranger’a bariyer dayanır mı? Tabi ki yola devam, görevimiz bu. Korkmayın, bariyeri ezip geçmiyoruz, yanından geçip ilerliyoruz. Yol karakteri aynı, internette araştırırken rastladığımız o yol fotoğrafları ne zaman başlayacak, herkes merak içinde. Ranger’in kabininde derin bir sessizlik var. Dizel motorumuzun pistonlarının hareketini, silindir odasındaki patlamayı, krank milinin dönüşünü, neredeyse her fısıltıyı duyacbilecek kadar sessiz ve huzurlu… Ranger’in lastiklerinin ezdiği küçük dal parçaları ve taşların sesleri geliyor. Ama bu kez belli, son bariyerden sonra kimse girmemiş buralara. En azından uzun zamandır girilmemiş. Hafif bir pus başlıyor, tatlı bir nem var. Sonra ilerledikçe artıyor bu yoğunluk. Yavaş yavaş bulutların içinde ilerlemeye başlıyoruz. Görüş mesafemiz 15-20 metrelere düştü. Bu sırada sağımızda uçurum başladı bile, yol daralıyor. Ve artık oradayız, anlıyoruz. Başlıyoruz!
Önümüzde 12 km’lik bir zorlu yol var. Bu yolu 1910’lu yıllarda Rus askerlerinin dağı dik olarak kestirmeden aşmak için yaptıkları söyleniyor. Sonra da bu yol oldukça yoğun bir şekilde kullanılmaya devam etmiş. Kamyonlar bile buradan işliyormuş. Tam 29 adet, tek manevrada dönülemeyen U viraj var önümüzde. Ve yolun genişliği bazı yerlerde 2.5 metreye kadar düşüyor. Yani karşıdan biri gelse geçecek yeri yok. Ama herhalde aynı anda iki çılgının bu yolu geçmek için aynı saati seçme ihtimalinin oldukça zayıf olduğunu umarak devam ediyoruz yola. İçeride herkesin yüzünde garip bir ifade var, ben dahil. Mutlu, ama meraklı ve endişeli. Acaba şu virajdan sonra ne çıkacak önümüze?
Hiçbir şey çıkmadı, yol açık, devam. Sadece ufak heyelanlarla yukarıdan irili ufaklı kayalar düşmüş yol kenarına. Ama sorun değil, altımızda Ranger var. Yerden 218 mm yüksekteyiz, 20 santimlik kayanın bile üzerinden geçeriz. Aynı zamanda üzerimizde de Ranger var, güven veriyor. Yukarıdan bir taş düşse korur bizi, eminiz.
32 derecelik eğime tırmanabilir, 35 derecelik yan eğimde dahi devrilmeyiz. Ayrıca dere, ırmak farketmez geçeriz, biliyoruz ki Ford Ranger 800 mm’lik derinlikteki sulardan bile geçebiliyor.
Bir iki viraj geçtikten sonra ilk sürprizimizle karşılaşıyoruz. İrice bir kaya yolun tam ortasında duruyor. Yanında da küçük kardeşleri… Neyse ki ekip sağlam, iniyor aşağı, zor da olsa kayayı kenara alıyor yola devam ediyoruz. Arada bu tip engeller önümüze çıkıyor, hallediyoruz. Bazen zorlaşıyor, bu kez de kaldıraç gibi düzenekler kurup yuvarlıyoruz. Ara sıra hareket ettiremeyeceğimiz kayalar da çıkıyor. Gerçekten yerinden oynamıyor. O zaman yolun diğer tarafını iyice temizliyor, Ranger’in tek lastiğini dağa taşa vurarak geçiyoruz. Ranger bize o kadar güven veriyor ki geçemeyeceğimiz yer, engel yok gibi. O nedenle endişemiz çok yok. Tek sorun zaman. Yolu temizlemekle çok zaman kaybediyoruz ve ilerledikçe heyelan şiddeti artıyor, yol daha sık kapanıyor. Havanın kararmaya başlamasına yaklaşık 2 saat kaldı. Biz yolu yarılayamadık ve üç saattir buralardayız. Hava kararırsa işimiz çok zorlaşacak. Soğanlık tabelasından beri Allah’ın kuluna rastlamadık, telefonlar zar zor çekiyor. Artık geceyi Ranger’da uyuyarak geçiririz diye geçiriyorum kafamdan, sonra sabah devam ederiz. Nasıl olsa yeterli yakıtımız var, suyumuz da bol.
Ayrıca şu sis ve nem de iyice can sıkmaya başladı. Hem fotoğraf ve videolarda sıkıntı yaşıyoruz, hem önümüzü, ulaşmamız gereken noktayı göremiyoruz, hem de nem sayesinde sanki yağmur altındaymışız gibi üstümüz başımız sırılsıklam. Bir de yağmur yağsa ve zemin çamur olsa… Biteriz.
Bundan sonrası da farklı değil. Resmen Karayolları’na çalışıyoruz, yolu temizliyor, açıyoruz. Son iki U viraj kaldı ve hava iyice düşmeye başladı, havanın zifiri karanlık olması için maksimum 15 dakika var. Video anonsumuzu yapma vakti. Yolu tam olarak geçip anons yapmaya kalkarsak olmaz. Günümüzü anlatıyoruz ve artık son iki U virajı (yaklaşık 1000 metre) geçerek kendimizi otele atmak için can atıyoruz. Yorulduk, her birimiz, hiç abartmıyorum 300’er kilo taş taşımışızdır. Sırtımız, kollarımız, omuzlarımız, bacaklarımız, heryerimiz ağrıyor ve ellerimiz yara içinde. Bunu düşünerek eldiven almamıştık yanımıza.
Son taşları da taşıyarak, ileride görünen, ama içinde kimsenin olmadığı taş ocağına varmak için son 300 metrelik bir düzlük var önümüzde. Ranger’in mercekli farları zifir karanlığı stadyum ışığı edasıyla aydınlatıyor önümüzü. Garip bir görüntü var, umarız kötü bir sürprizle karşılaşmayız derken yolun artık kalmadığını, kocaman kayaların yolu kapattığını görüyoruz. 10 dakika önce kurtulduk diye sevinen o suratlar bir anda öyle bir düşüyor ki. Karar aşamasındayız, bu saatten sonra onca yol geri dönülmez. Ya gece Ranger’da konaklayıp sabaha geri döneceğiz ya da yine sabah bir iş makinesi bulup kayaları temizleteceğiz.
Oylama yapmadan önce son kez şu kayalardan eldeki imkanlarla kurtulup kurtulamaz mıyız detaylıca bakmak istedik. Fikirler havalarda uçuştu. Biri küçük kayalarla büyük kayaların arasını doldurarak yol yapmayı düşündü, diğeri nispeten küçük kayalarla dolu kısmı boşaltmayı önerdi. Sonunda çıkan karar herkesin fikirlerinin bir karışımı oldu. Geçemeyeceğimiz ve hareket ettiremeyeceğimiz üç kaya vardı. Eğer küçük kayaları boşaltabilirsek ikisinin etrafından geçebilirdik. Diğerinin ise çevresini küçük kayalarla doldurup bir rampa oluşturacak ve üzerinden geçecektik. Ve öyle de yaptık. Nasıl yaptık, nasıl becerdik bilemiyorum, ama aynen düşündüğümüz gibi burayı da geçmeyi başardık. Bu bölümde iki saat harcadık ama bir şekilde atlattık. Ranger da bu tırmanışlar ve manevralar esnasında inanılmaz iyiydi. Dört tekerlekten çekiş sisteminin Low kademesini sadece burada kullandık, ama kullanamasaydık geçemezdik, emin olun.
Bu noktadan Rize’ye kadar olan yolculuğumuz bir buçuk saat sürdü. Savaş kullanıyordu ve geri kalan herkes bu süre boyunca uyudu. Yemek yedik, otelimize yerleştik ve tekrar uyuduk. O kadar yorulmuşuz ki oteli, odayı tam olarak hatırlayamıyorum.
Ertesi gün Rize ve Trabzon çevresinde görülmesi gereken yerleri Ranger ile ziyaret edecektik. İlk hedefimiz meşhur Ayder Yaylası oldu. Rize’den yaklaşık 50 km uzakta, müthiş bir doğa eşliğinde doğal park giriş biletinizi alıp giriyorsunuz yaylaya. İlk kez gidiyordum ve çok merak ediyordum. Ama merak edecek bir yanı kalmamış, emin olun. Zaten hava çok sisli, yağmurluydu, can sıkıcıydı. Bunun yanına düzensiz bir kalabalık da eklenince durum iyice sevimsiz bir hal aldı. Tur otobüsleri sürekli olarak çevre restoranlara Arap turist taşıyordu. Yemeklerini yiyenler de etraftaki çimlere oturmuş pikniklerine devam ediyordu. Bir keşmekeş, curcuna almış başını gidiyordu. Biz de bu yoğunlukta o restoranlardan birinde yemek yeme gafletinde bulunduk. Muhlama ve kurufasulye güzeldi, ama servis kalitesi ve ortam tamamen ticaret kokuyordu. Yemek sonrası biraz daha ilerlemeye karar verdik ve 5 km kadar yukarıdaki derede çekimler yaptıktan sonra geri döndük. Hava kötüydü, bu nedenle çok bir yer gezemedik. Bir de Çayeli’ndeki Ağaran Şelalesi’ni ziyaret ettik. Burası çok hoşumuza gitti, ama yine de bu tip doğal parkların etrafındaki düzenlemenin daha kontrollü olarak yapılması fikrindeyim. Buradaki kafeler, restoranlar kafalarına göre etrafa afişler asmışlar, masa sandalye atmışlar ve görüntü bütünlüğünü bozmuşlar. Gittiğimiz heryer bu şekildeydi.
Son gecemizi de ahşap bir yayla otelinde geçirdikten sonra sabah dönüş yoluna koyulduk. Bu kez Samsun’a kadar sahil yolunu kullanarak döndük, oradan da geldiğimiz yola bağlandık. Sahil yolundaki anlamsız hız sınırlamaları ve hiçbir neden yokken bir anda 50 km/s’ye düşen yerlere radar konulmuş olması bize inanılmaz zaman kaybettirdi. Bunun dışında, yine rahat, şen şakrak ve eğlenceli bir dönüş yolculuğu oldu.
Şimdi baktığım zaman, bu işi iyi ki yapmışız diyorum. Ve iyi ki Ford Ranger ile yapmışız diyorum. Tık demedi, çok rahattı, eğlenceliydi ve 100 km’de 7.9 litrelik ortalamayla 2750 km’lik serüvenimizi sonlandırdı. Özledik seni Ranger."
CARSNEWS.TV, Okan ALTAN ve Teknoart Bilişim İşbirliğiyle yayınlanmaktadır.